14 Ağustos 2017 Pazartesi

Cepler boş, tribünler boş


Türkiye’ye gelen yabancı futbolcuların ilk röportajlarında olmazsa olmaz bir cümle vardır hani, geldikleri takımın çok ateşli bir taraftara sahip olduğunu ve bundan heyecan duyduklarını söylerler. Doğrudur, Türkiye’de futbol taraftarı ateşlidir, coşkuludur, çılgındır. Peki, bu coşku rakamlara neden yansımaz? KPMG’nin Temmuz 2016’da yaptırdığı bir araştırmaya göre Almanların Bundesliga’sı ortalama 43 bin 193 kişiye oynanırken bizim Süper Lig’in ortalaması ise 8 bin 427! Diğer büyük Avrupa ligleri de Bundesliga kadar olmasa da Süper Lig’in çok üstünde. Seyircinin statları doldurmamasının birçok sebebi sayılabilir elbette: küfür, şiddet, oyun kalitesi, ulaşım sorunları, maç saatleri vs. Fakat bana kalırsa asıl sorun bunların hiçbiri değil. Asıl sorun para! Nasıl mı? Bakalım:

Ülkelerin gelir dağılımı eşitsizliğini gösteren ve dünyada en fazla kullanılan gelir dağılımı ölçütlerinden biri olan Gini katsayılarına göz atalım. Bu katsayı 0 ile 1 arasında bir değer alabilir ve 0’a ne kadar yakınsa o ülkedeki gelir dağılımı o kadar iyi anlamına gelir. Türkiye’de bu oran 0,4 iken Almanya’da 0,3. (Avrupa ortalaması da 0.31). Bu farkın nasıl bir fark olduğunu anlatmak için şu örneği verebiliriz herhalde: 2007’den 2015’e gelene değin Türkiye bu oranı sadece 0.09 puan aşağı çekebilmiş. Almanya ile aradaki farkın büyüklüğünü sanırım yeterince anlatabiliyordur bu örnek. Devam edelim, Türkiye’de TUİK verilerine göre 2015 yılı itibariyle 16 milyon 706 kişi yoksulluk sınırının[1] altında yaşıyor. (%22). Yine TÜİK ve SGK verilerine göre Türkiye’de 28 milyon kişi istihdamda ve bunların 20 milyonu sigortalı, geri kalanı sigortasız. Sigortalı çalışanların da yaklaşık 6,5 milyonu asgari ücret alıyor.  Asgari ücret alan bir adamın çocuğunu alıp da bir maça gitmesi nasıl bir lükstür onun için, bir düşünsenize. Ayda iki maça gitse kirasını ödeyemeyecek adam ve bu adamlardan 6,5 milyon tane var. Bilet fiyatları düştü diyelim; bu insanların birçoğu yine maça gidemeyecek. Çünkü maçın oynandığı saatte muhtemelen ya ek işte ya da fazla mesaide olacaklardır!

O tribünler kolay kolay dolmaz abisi.


[1] Geliri medyan gelirin %60’nın aşağısında olan kişilerin toplam nüfusa oranı. 

Şenol Güneş vs Fatih Terim














Bir Şenol Güneş hayranı olarak bu yazıyı nasıl kotaracağımı bilmiyorum. Neyse ki kategorik bir Fatih Terim düşmanı değilim. Belki bu yanıyla kurtarırız durumu. Zira bu yazıyla yapmak istediğim Fatih Terim’i küçümseyip Şenol Güneş’i yüceltmek değil. 1950’lerin başında biri Trabzon’da, biri Adana’da doğmuş iki Türk futbolu efsanesinin hikâyesine eğilmek ve onların hikâyeleri ve karakterleri üzerinden memleket futboluna dokunmak, niyetim bu. İlginçtir, ikisi de futbola kaleci olarak başlıyor fakat sonrasında Terim orta sahaya ve akabinde de libero mevkiine geçiş yapıyorken Güneş futbola başladığı mevki olan kalecilikte kalıyor ve efsane bir kaleci olarak en uzun süre gol yemeyen Türk kaleci unvanını halen elinde tutuyor.(Merak edenler için 1110 dakika, bu alandaki dünya rekoru 1816 dakikayla Brezilyalı kaleci Geraldo Pereira de Matos Filho ''Mazaropi''nin)
Elbette iki teknik adamın da birçok rekoru var ama konumuz onların sayılarla ifade edilebilecek rekorları değil. Anadolu’nun kuzeyinden ve güneyinden gelen bu 70’li yaşlarına ufak ufak yol alan iki adamın İstanbul’da serencama eren hikâyeleri meselemiz.

Şenol Güneş 2000’li yıllarda Milli Takımın başına geçtiğinde belki de hiç kimse onun Türk Milli Takımının tarihinde yakalayacağı en büyük başarı olan dünya üçüncülüğüne yürüyeceğini aklına bile getirmemiştir. Kesik kesik ve zaman zaman anlaşılmayan cümleleri, bizi hiç ilgilendirmemesi gereken ama ne yazık ki burnumuzu sokmaktan imtina etmediğimiz mütevazı yaşam tarzı ve üzerinde nazar boncuğu gibi taşıdığı taşralılığı... Herkes bütün bunları konuşurken bir Haziran günü Brezilya’ya karşı çatır çatır top oynayan bir Milli Takım bıraktı önümüze. Nerdeyse dakika dakika, pozisyon pozisyon hatırladığımız o Brezilya maçından sonra gruptan çıkmamız ve akabinde Japonya ve Senegal galibiyetleri ile dünya kupasında yarı final. Rakip yine Brezilya. Ronaldo’nun pis burunu ama yenmek gibi bir yenilmekle dünya üçüncülüğü. Şenol Güneş’in İlhan Mansız’ın attığı altın golden sonra saha ortasına çocuklar gibi koşarak sevinç naraları attığı sevinme sahnesi. (bu arada boynuna asılı akreditasyon kartının çılgın salınımı). O sahneyi hatırlayanlara bir sahne hatırlatması daha: Fatih Terim’in Popescu’nun penaltısından sonra yere çöküşü ve mimiklere bezenmiş o garip sevinci. Kazandıktan sonra bile azalmayan o hırs duygusu. Biri iyi biri kötü demek istemiyorum ama Fatih Terim ve Şenol Güneş arasındaki farkı en iyi o en mutlu anlarındaki halleri yansıtıyor bence.
Fatih Terim o hırslı sevincin ardından İtalya’nın yolunu tutar ve üstelik başarılı da olur. Ne ki Maldini’nin, takıma transferi sonrası Shevchenko’ya “Milan adab-ı muaşereti”ni öğretmekten mesul olduğu bu usulün esasın önünde geldiği takımda Terim tutunamaz ve yuvaya döner. Böylece Terim’in Milli Takım-Galatasaray serencamı devam eder.

Şenol Güneş ise o çocuksu sevinci yaşadığı dünya kupasının ardından talihsiz bir Euro 2004 elemeleri yaşar ve sonrasında Kore yollarını tutar. Bir nevi Uzak Doğu inzivasına çekilen Şenol Güneş orada geçirdiği yıllar boyunca gözlerden uzak kalır. Bana öyle geliyor ki Terim’in İtalya’da öğrendiğinden çok daha fazlasını o Kore’de öğrenmiştir. 

Daha sonrasında Terim başarısız bir Galatasaray döneminden sonra yeniden Milli Takımın başına geçer ve inanılmaz geri dönüşlere şahitlik eden Euro 2008’de takımı yarı finale çıkarır. Yarı finalde rakip Almanya’dır ve her zamanki Almanya’dır. Baştan sona çok daha iyi oynadığımız bir maçın sonunda 3-2 yenilerek finale ramak kala eleniriz. Güneş ise Trabzonspor’un başına geçer ve Uğur Meleke’nin deyimiyle Şenol Güneş Üniversitesi mezunlar vermeye devam eder. Futbol hayatı bitme noktasına gelen Burak’ı Avrupa’nın en iyi santraforlarından biri haline getirir. Daha öncesinde Fatih Tekke’ye bir sezonda 31 gol attıran da yine Güneş’in forvet fakültesinin üstün başarılarından biridir. Daha sonra geldiği Bursaspor’da ortalama bir santrafor olan Fernandao’dan bir gol kralı yarattığını ve daha nice “golcü gibi golcü” yetiştirdiğini anlatmaya gerek yok. İşin garibi kendisi bir kaleciyken nasıl bu denli iyi golcüler yetiştirebildiğidir. Kaleciliği çok iyi tanıdığından olsa gerek. Terimse futbolcu kazanmak konusunda Güneş kadar mahir değildir, belki akla Emre Belözoğlu gelebilir ama Emre’nin asıl mürşidi Hagi’dir. Terim’in başarısı oyunculara teknik bir gelişme imkânı sunmasından ziyade onları yüreklendirmedeki üstün yeteneği olsa gerek. Artık bir deyim haline gelen sloganı: taktik maktik yok, bam bam bam! Menfi manada söylemiyorum: tam bir Türkiye fotoğrafı. Fazla derin analizlere gelemeyen, başına buyruk, maceraperest. Fatih Terim’in 90’lı yıllarında sonundan itibaren uygulamaya koyduğu ve bence Türkiye’ye en yakışan futbol tarzı olan kaos futbolu ona sayısız başarı kazandırdı. Her oyuncunun en iyi yaptığı şeyi yapması ve oyunun üzerinde genel geçer, belirleyici bir taktiğin hüküm sürmesinden ziyade dakika dakika, pozisyon pozisyon değişen ve rakibi şaşırtmaya ve bunaltmaya odaklı bir futbol. Ne ki Terim’in ilk nüvelerini attığı bu futbolun şimdiki forsu eskisi kadar değil zira bu taktiksizlik gibi görünen taktiğin çok daha gelişmişini Klopp ve Mourinho sayısız değişik versiyonla denedi ve buna çözüm bulmak amacıyla diğer futbol adamları sayısız tepki mekanizması icat etti. Terim ise fizik kapasitesi Avrupalı meslektaşlarından geride olan Türk futbolcularla bunu daha fazla ilerletemeyeceğini anlayamadı ve bu değişen oyuna karşı yeni bir taktik ikame edemedi. Üstüne üstlük Güneş’in oyuncu (daha doğrusu insan) kazanmada Terim’den bir gömlek üstte olması ve değişen futbola karşı daha az statükocu olması onun Terim’e nispeten avantajı olarak gözüküyor. Fakat Güneş’in de oyun oynanırken oyuna müdahalede geç kalması ve oyunu okumada bazen tembel davranması ayrı bir handikabı olarak gözüküyor.

Fatih Terim’in takımı 75. Dakikada 2-0 gerideyse o maçın 3-2 bitme ihtimali her zaman Şenol Güneş takımından daha fazladır. Fakat bir Şenol Güneş takımının 2-0 geride olma ihtimali her zaman daha azdır ve 2-0 gerideyken bile mutlaka bir futbol zevki verme ihtimali yüksektir. İkisi de sözün kendilerinde olmasını isterler her zaman. Biri bunu öfkeyle diğeri sükûnet ile almaya çalışsa da. Her şartta ve durumda söyledikleri sözün yankılanmasını isterler, biri bunu hırsla diğeri imalarla yapsa da. İkisi de hala biraz taşralıdır, biri bıçkınlıkla diğeri kesik kesik cümlelerle bunu ifade etse de.    


Sonuç itibariyle memleketin gelmiş geçmiş en başarılı iki futbol adamı onlar ve sevsek de sevmesek de Türk futboluna birçok şey kazandırdılar. Görünen o ki daha birçok başarı daha kazandıracaklar.  

17 Ocak 2012 Salı

Filler ve Çimen




Barcelona ve Real Madrid'ten bahsediyorum. Uzun zamandır İspanya Ligi'ndeki sıralamaya bakmıyorum. Malum iki dev sadece lig birinciliği için değil neredeyse Dünya'yı ele geçirmek için yarışıyorlar. Bu halleriyle fantastik filmlerdeki üstün yeteneklere sahip ırklara benziyorlar. Barcelona kısa boylu, ayağına top yapıştırma özelliğine sahip, gözleri kapalıyken bile 360 derece görebilen, belleri makina gibi dönebilen bir ırk. Real Madrid ise diğer ırklara göre daha cüsseli, agresif, inatçı ve hovarda bir başka ırk. İki yıldır neredeyse tüm organizasyonları ayarlayıp her fırsatta kapışıyorlar. Olan onlar boğuşurken altta ezilen çimenlere oluyor. Başka bi takıma sempati duyamaz olduk. Oysa neydi o Valencia bir zamanlar, Djalminya'lı Deportivolar, Nihat'lı Sociedatlar. Şimdi biz de anlatmaya başlarız o zamanları "Bir zamanlar İspanya'da" diye...

1 Temmuz 2011 Cuma

Latin Amerika Dansa Hazır.



Turnuvaların en renklisi Copa Amerika, bu gece Arjantin maçı ile başlıyor. Turnuvada Brazilya ve Arjantinliler hariç ligimizden ve dünya liglerinden tanıdığımız birçok yıldız bulunuyor.




Bolivya: Ricardo Pedriel (Sivasspor)
Kolombiya: Teofilo, Falcao, Luis Perea
Şili: Alexis Sanches, Jorge Valdivia, Matias Fernandez
Ekvator: Felipe Caicedo
Meksika: Gio Dos Santos
Paraguay: Edgar Barreto, Haedo Valdez, Lucas Barrios, Jonathan Santana (Kayserispor), Roque Santa Cruz
Peru: Juan Vargas
Uruguay: Lugano (Fenerbahçe), Forlan, Muslera (Galatasaray), Edinson Cavani, Luis Suarez.

Not:Copa America maçları Türkiye'de A haber kanalı üzerinden izlenebilecektir.

Transfer yazı

Genel itibarıyla hareketli geçen ve birden durulan bir transfer dönemi geçiriyoruz. Yabancı sınırlaması nedeniyle sezon biter bitmez kaliteli yerli oyuncu avına giren takımlar, yerli kontenjanlarını doldurdular. Bu süreç içinde yine her zamanki gibi medyanın üstüne keyif sigarası yaktığı; takımların bir oyuncu için karşı karşıya gelme haberlerine sahne oldu gazete ve televizyonlar. En başından söylemek gerekirse en isabetli yerli oyuncu transferi Selçuk İnan’ın Galatasaray’a geçmesi oldu. Uzun zamandır orta sahada Ayhan’a bel bağlayan Galatasaray Selçuk ve yetenekli ön oyuncu dizilimiyle yaratıcı bir futbol koyabilir ortaya. Tabi en büyük sıkıntıları geçen yılın psikolojik enkazı olacaktır. Muslera güvenilir, Elmander yetenekli, Ceyhun ise faydalı bir oyuncu olacaktır Terim için. Burada Fatih Terim’e de bir parantez açmak gerek; uzun zamandır hakkında yabancı takım çalıştıracağı yönünde haberler çıkan ve nasılsa bir türlü bir takımın başına geçemeyen Terim, kariyerinin dönüm noktasında şu anki göreviyle. Başarısız olursa artık kimse UEFA kupası için tahammül edemez Terim’e.


Transfer dönemine Mourinho referansıyla başlayan siyah beyazlılar Portekiz ekolüne devam etme kararı aldı bu sene de. Almeida, Simao, Q7, Fernandez ve Bebe bir de Benfika’lı Sidnei. Bu isimler dünya çapında ünü olan ve çok yetenekli oyuncular; fakat Beşiktaş bu isimlerin yanında oynayan diğer oyuncuları önemsemez ise takımdaşlık bu sezon da eksik kalacaktır. Alınan para, seyirci desteği bu oyucular lehine seyrettiğinden diğer oyuncular konsantre sorunu yaşayabilir. Sezon başlamadan bu sıkıntıyı fark etmiş olacaklar ki transfer edilen yerli oyuncu kalitesi de artmış görülüyor. Pektemek ve Ersan önemli genç yetenekler. Egemen ise ligin gediklisi. Lige nasıl başladığı Beşiktaş için önem arz edecektir. Portekiz ekolü iyi bir başlangıç yaparsa lige çok keyif katacaklardır.



Fenerbahçe iktidar partisine benzemeye başladı bu sene. İstikrara önem veriyor Aykut hoca. Alex, Tayyip Erdoğan gibi kritik durumlardan başarılı çıkmasını beceriyor. Ya da Erdoğan Alex’e benziyor. (bu benzerlik üzerinde daha derin düşünülebilir). Var olan kadro korunmuş, Şampiyonlar Ligi ve diğer kupa mesaileri için gerekli olan oyuncu çeşitliliği için kadronun altı doldurulmuş durumda. Herkes sağlam bir ön orta saha oyuncusu transferi bekliyor. Var olan kadro yapısı içinde Fenerbahçe’nin ligde şampiyon adayları içinde olacağı çok büyük bir olasılık. Fenerbahçe’nin bu olasılığını artıran veya azaltan şey ise Şampiyonlar Ligi’nde göstereceği performans olacaktır. Bir aile havasına dönüşen taraftar takım birlikteliği Avrupa’da alınacak olumsuz sonuçlarda bir anda bozulabilir.



Trabzonspor omurgasını yitirdi bu sene ama Şenol Güneş’ın omurgalı bir teknik adam olması bu dezavantajı avantaja dönüştürebilir. Transferlerin Zokora haricinde performansları şüpheli. Trabzonspor yine kolay yenilen bir takım olmayacaktır fakat şunu söylemek gerekir ki takımın yetek potansiyeli azalmış görünüyor.



Ligin yenilerinden sadece Mersin İdman Yurdu sağlam bir kadro oluşturacağa benziyor. Samsunspor’un genç ve etkili kadrosu ise maceracı teknik direktörleri ile sürpriz sonuçlar alacak gibi. Orduspor’un bildiğim tek avantajı Metin Diyadin.
Bursaspor geçen yıl olmayan bir takımı bu sene oturtmaya çalışacaktır.
Antep, bozmadığı takım yapısıyla üst sıraları hedefleyecek, Antalyaspor deneyimine kalite de ekleyecek, Eskişehir düzeyini bir kademe daha arttıracak gibi görünüyor.

Genel olarak geçmişten az da olsa ders alan bir transfer sezonu geçiriyoruz. Umarım bu durum sahada oynanan oyuna etki eder.

15 Haziran 2011 Çarşamba

Sen de şampiyonsun Şenol Hoca!


Malumunuz bu yıl Trabzonspor tarihinin en yüksek puanını almasına rağmen şampiyonluğu 1 gol averajla Fenerbahçe'ye kaptırdı. Şenol Güneş'in kaybetmesine ancak ve ancak Aykut Kocaman gibi bir başka tevazu ehlinin kazanması teselli olabilirdi, oldu da nitekim. Kocaman o meşhur Fener kibrinin dahi gölgeleyemediği bir itidal ve sabırla Fenerbahçe'nin başında şampiyonluğa ulaştı. Güneş ise belki Kocaman'dan daha fazlasını başararak Trabzonspor'u şampiyonla aynı puan alacak kadar oynattı, ondan ziyade idare etti. Malum Trabzon'da hoca olmak için futbolu bilmek kadar hırsı, ihtirası, öfkeyi yönetebilmek de şart ve Şenol Hoca bu konuda neredeyse rakipsiz. Ama her şeyden evvel geçenlerde Şenol Hoca'nın futbolun geldiği nokta ile ilgili bir mülahazası var ki, inanın aldığı 82 puandan çok daha anlamlı. Diyor ki Hoca: “Eskiden futbolu açlar oynar toklar seyrederdi; şimdi toklar oynuyor, açlar seyrediyor."


Sen de şampiyonsun Şenol Hoca!

Cepler boş, tribünler boş

Türkiye’ye gelen yabancı futbolcuların ilk röportajlarında olmazsa olmaz bir cümle vardır hani, geldikleri takımın çok ateşli bir taraf...