Bir Şenol Güneş hayranı olarak bu yazıyı nasıl kotaracağımı
bilmiyorum. Neyse ki kategorik bir Fatih Terim düşmanı değilim. Belki bu
yanıyla kurtarırız durumu. Zira bu yazıyla yapmak istediğim Fatih Terim’i
küçümseyip Şenol Güneş’i yüceltmek değil. 1950’lerin başında biri Trabzon’da,
biri Adana’da doğmuş iki Türk futbolu efsanesinin hikâyesine eğilmek ve onların
hikâyeleri ve karakterleri üzerinden memleket futboluna dokunmak, niyetim bu.
İlginçtir, ikisi de futbola kaleci olarak başlıyor fakat sonrasında Terim orta
sahaya ve akabinde de libero mevkiine geçiş yapıyorken Güneş futbola başladığı
mevki olan kalecilikte kalıyor ve efsane bir kaleci olarak en uzun süre gol
yemeyen Türk kaleci unvanını halen elinde tutuyor.(Merak edenler için 1110
dakika, bu alandaki dünya rekoru 1816 dakikayla Brezilyalı kaleci Geraldo
Pereira de Matos Filho ''Mazaropi''nin)
Elbette iki teknik adamın da birçok rekoru var ama konumuz
onların sayılarla ifade edilebilecek rekorları değil. Anadolu’nun kuzeyinden ve
güneyinden gelen bu 70’li yaşlarına ufak ufak yol alan iki adamın İstanbul’da
serencama eren hikâyeleri meselemiz.
Şenol Güneş 2000’li yıllarda Milli Takımın başına geçtiğinde
belki de hiç kimse onun Türk Milli Takımının tarihinde yakalayacağı en büyük
başarı olan dünya üçüncülüğüne yürüyeceğini aklına bile getirmemiştir. Kesik
kesik ve zaman zaman anlaşılmayan cümleleri, bizi hiç ilgilendirmemesi gereken
ama ne yazık ki burnumuzu sokmaktan imtina etmediğimiz mütevazı yaşam tarzı ve
üzerinde nazar boncuğu gibi taşıdığı taşralılığı... Herkes bütün bunları
konuşurken bir Haziran günü Brezilya’ya karşı çatır çatır top oynayan bir Milli
Takım bıraktı önümüze. Nerdeyse dakika dakika, pozisyon pozisyon hatırladığımız
o Brezilya maçından sonra gruptan çıkmamız ve akabinde Japonya ve Senegal
galibiyetleri ile dünya kupasında yarı final. Rakip yine Brezilya. Ronaldo’nun
pis burunu ama yenmek gibi bir yenilmekle dünya üçüncülüğü. Şenol Güneş’in
İlhan Mansız’ın attığı altın golden sonra saha ortasına çocuklar gibi koşarak
sevinç naraları attığı sevinme sahnesi. (bu arada boynuna asılı akreditasyon
kartının çılgın salınımı). O sahneyi hatırlayanlara bir sahne hatırlatması
daha: Fatih Terim’in Popescu’nun penaltısından sonra yere çöküşü ve mimiklere
bezenmiş o garip sevinci. Kazandıktan sonra bile azalmayan o hırs duygusu. Biri
iyi biri kötü demek istemiyorum ama Fatih Terim ve Şenol Güneş arasındaki farkı
en iyi o en mutlu anlarındaki halleri yansıtıyor bence.
Fatih Terim o hırslı sevincin ardından İtalya’nın yolunu tutar
ve üstelik başarılı da olur. Ne ki Maldini’nin, takıma transferi sonrası Shevchenko’ya
“Milan adab-ı muaşereti”ni öğretmekten mesul olduğu bu usulün esasın önünde
geldiği takımda Terim tutunamaz ve yuvaya döner. Böylece Terim’in Milli
Takım-Galatasaray serencamı devam eder.
Şenol Güneş ise o çocuksu sevinci yaşadığı dünya kupasının
ardından talihsiz bir Euro 2004 elemeleri yaşar ve sonrasında Kore yollarını
tutar. Bir nevi Uzak Doğu inzivasına çekilen Şenol Güneş orada geçirdiği yıllar
boyunca gözlerden uzak kalır. Bana öyle geliyor ki Terim’in İtalya’da
öğrendiğinden çok daha fazlasını o Kore’de öğrenmiştir.
Daha sonrasında Terim başarısız bir Galatasaray döneminden
sonra yeniden Milli Takımın başına geçer ve inanılmaz geri dönüşlere şahitlik
eden Euro 2008’de takımı yarı finale çıkarır. Yarı finalde rakip Almanya’dır ve
her zamanki Almanya’dır. Baştan sona çok daha iyi oynadığımız bir maçın sonunda
3-2 yenilerek finale ramak kala eleniriz. Güneş ise Trabzonspor’un başına geçer
ve Uğur Meleke’nin deyimiyle Şenol Güneş Üniversitesi mezunlar vermeye devam
eder. Futbol hayatı bitme noktasına gelen Burak’ı Avrupa’nın en iyi
santraforlarından biri haline getirir. Daha öncesinde Fatih Tekke’ye bir
sezonda 31 gol attıran da yine Güneş’in forvet fakültesinin üstün
başarılarından biridir. Daha sonra geldiği Bursaspor’da ortalama bir santrafor
olan Fernandao’dan bir gol kralı yarattığını ve daha nice “golcü gibi golcü”
yetiştirdiğini anlatmaya gerek yok. İşin garibi kendisi bir kaleciyken nasıl bu
denli iyi golcüler yetiştirebildiğidir. Kaleciliği çok iyi tanıdığından olsa
gerek. Terimse futbolcu kazanmak konusunda Güneş kadar mahir değildir, belki
akla Emre Belözoğlu gelebilir ama Emre’nin asıl mürşidi Hagi’dir. Terim’in
başarısı oyunculara teknik bir gelişme imkânı sunmasından ziyade onları
yüreklendirmedeki üstün yeteneği olsa gerek. Artık bir deyim haline gelen
sloganı: taktik maktik yok, bam bam bam! Menfi manada söylemiyorum: tam bir
Türkiye fotoğrafı. Fazla derin analizlere gelemeyen, başına buyruk,
maceraperest. Fatih Terim’in 90’lı yıllarında sonundan itibaren uygulamaya
koyduğu ve bence Türkiye’ye en yakışan futbol tarzı olan kaos futbolu ona
sayısız başarı kazandırdı. Her oyuncunun en iyi yaptığı şeyi yapması ve oyunun
üzerinde genel geçer, belirleyici bir taktiğin hüküm sürmesinden ziyade dakika
dakika, pozisyon pozisyon değişen ve rakibi şaşırtmaya ve bunaltmaya odaklı bir
futbol. Ne ki Terim’in ilk nüvelerini attığı bu futbolun şimdiki forsu eskisi
kadar değil zira bu taktiksizlik gibi görünen taktiğin çok daha gelişmişini
Klopp ve Mourinho sayısız değişik versiyonla denedi ve buna çözüm bulmak
amacıyla diğer futbol adamları sayısız tepki mekanizması icat etti. Terim ise
fizik kapasitesi Avrupalı meslektaşlarından geride olan Türk futbolcularla bunu
daha fazla ilerletemeyeceğini anlayamadı ve bu değişen oyuna karşı yeni bir
taktik ikame edemedi. Üstüne üstlük Güneş’in oyuncu (daha doğrusu insan)
kazanmada Terim’den bir gömlek üstte olması ve değişen futbola karşı daha az
statükocu olması onun Terim’e nispeten avantajı olarak gözüküyor. Fakat
Güneş’in de oyun oynanırken oyuna müdahalede geç kalması ve oyunu okumada bazen
tembel davranması ayrı bir handikabı olarak gözüküyor.
Fatih Terim’in takımı 75. Dakikada 2-0 gerideyse o maçın 3-2
bitme ihtimali her zaman Şenol Güneş takımından daha fazladır. Fakat bir Şenol
Güneş takımının 2-0 geride olma ihtimali her zaman daha azdır ve 2-0 gerideyken
bile mutlaka bir futbol zevki verme ihtimali yüksektir. İkisi de sözün
kendilerinde olmasını isterler her zaman. Biri bunu öfkeyle diğeri sükûnet ile
almaya çalışsa da. Her şartta ve durumda söyledikleri sözün yankılanmasını
isterler, biri bunu hırsla diğeri imalarla yapsa da. İkisi de hala biraz
taşralıdır, biri bıçkınlıkla diğeri kesik kesik cümlelerle bunu ifade etse de.
Sonuç itibariyle memleketin gelmiş geçmiş en başarılı iki
futbol adamı onlar ve sevsek de sevmesek de Türk futboluna birçok şey
kazandırdılar. Görünen o ki daha birçok başarı daha kazandıracaklar.